Dayanıklılık.
Resillience
Dayanıklılık
473
post-template-default,single,single-post,postid-473,single-format-standard,bridge-core-2.1.2,qode-news-3.0,translatepress-tr_TR,ajax_fade,page_not_loaded,,vertical_menu_enabled,qode-title-hidden,qode_grid_1300,side_area_uncovered_from_content,qode-content-sidebar-responsive,qode-theme-ver-19.9,qode-theme-bridge,disabled_footer_top,disabled_footer_bottom,qode_header_in_grid,wpb-js-composer js-comp-ver-6.1,vc_responsive,elementor-default,elementor-kit-219

Dayanıklılık.

11 Ağustos 1999, Çarşamba günü, bundan tam 21 yıl önce, 20. yüzyılın son güneş tutulması gerçekleşti.

Gökbilimin belki de en görkemli olaylarından biri.

Öğleden sonra 14:30 gibi ortalık gece oldu.

Çıplak gözle gökyüzünde yıldızların seçilebildiğini hatırlıyorum.

10 dakika sürdü.

Gün soldu.

Güneş, ‘Ay’ ile kapandı.

Siyaha kanadı tüm renkler.

Bu tarihi ve bu olayı unutmuyorum. 

Çünkü, 11 Ağustos Çarşamba gününü 12 Ağustos tarihine bağlayan gece sabaha karşı annemi kaybettim.

Filmin gerisinde iki yıla uzanan bir sağlık mücadelesi var.

O günden sonra hayatımdaki hiç bir şeyin tedavisi, ‘öpeyim de geçsin’ sözü kadar işe yaramadı.

Tam beş gün sonra, 16 Ağustos’u 17 Ağustos’a bağlayan gece, 7.4 büyüklüğünde deprem oldu.

Salı günü saat 03:01’de başladı.

45 saniye sürdü.

Depremin merkez üssü İzmit’in Gölcük ilçesi olarak açıklandı.

Jeoloji Mühendisleri Odası’nın yayımladığı raporda, fayın üzerinden geçen alanların ortalama 4 (dört) metre civarında sağa ve ileriye doğru kaydığı yazıyor.

Yüreği yaralı, kafası dağınık bir şekilde aynı gün Adapazarı’na gittim.

Yardıma.

Günler sonra, dünya üzerinden silinmek üzere olan bir hastalığı kapmış şekilde geri döndüm.

Tifo.

Akıllı da bir adam yokmuş yanımda.

Ben olsam o çocuğu göndermezdim.

Kendi kaybının farkına varmaya başladığı bir dönemde olaylar zamana yayılmadı.

Sertleşti.

Deriyi kalınlaştırdı. 

Bütün bunların üstüne de iş değiştirdim.

O dönemde tanıştığım, Scott Peck’in 1978 yılında yayımlanan ‘Az Seçilen Yol’ (The Road Less Traveled) kitabının ilk cümlesi iki kelimeden oluşuyor.

‘Hayat zordur.’

Ne kadar genel geçer iki kelime değil mi ?

Hmmm.

Şunu kenara not edelim.

Zor zamanlar hayatın kökünde var.

Modern dünya dediğimiz her ne ise hep acısız, sıkıntısız varoluşun yollarını ve topraklarını resmeder.

Ancak büyük şair Özdemir Asaf’ın satırlarındaki gibi;

‘Ne derseniz deyin, heykellerin saçı yoktur.’

Başka bir detaya bakalım.

Plasebo’ kelimesinin kökeni latince.

‘Hoşnut etmek’ anlamına geliyor.

‘Hiç bir tıbbi değeri olmayan bir tedavinin faydalı bir tesiri.’

Tanıma bak.

Bir daha okuyalım mı ?

‘Hiç bir tıbbi değeri olmayan bir tedavinin faydalı bir tesiri.’

Telkine dayalı bir etki ortaya çıkartması hali olarakta tanımlanıyor.

.- Bak yine telkine, bir nevi ‘algı yönetimine’ geldik. 

Placebo’nun kullanımı, 2. Dünya Savaşı’nda cerrah olan Henry Beecher’in çalışmalarıyla hız kazanıyor.

Beecher, ilaç yokluğunun olduğu bir dönemde ağır yaralı askerlere morfin yerine tuzlu su; ameliyatlarda ise anestezi ilacı yerine ise su enjekte edip, olumlu etkilerini gözlemlemiş ve yazmış.

Meraklısı inceleyebilir.

Durmayalım.

Bakmaya devam edelim.

‘Plasebo’nun amacı, hastaların ya da kendilerini fiziksel veya mental açıdan iyi hissetmeyenlerin yüksek moral ve iyileşme azmini arttırmaya yarıyor.

Motive ediyor yani.

Tam ‘pandemik’ döneme göre…

‘İyileşiyoruz’…

Hmmm.

Bir de tam tersi var.

Nosebo’…

‘Nosebo’ etkisi ise yanlış beklentiler sebebiyle ortaya çıkıyor.

‘Kötü düşünürsen kötü olur’

Çünkü insanın kendi içinde ürettiği kargaşa aslında dış dünyadaki gerçek tehlikelerden daha çok ürkütücü…

Kitle iletişim araçlarında ve internetten elde edilen bilgiler, kirlenmiş bilgilere doğrudan maruz kalma, ‘nosebo’ etkisini teşvik ediyor.

Aslında gerçek en iyi ilaçtır.

Gerçeği kabul edebilmek ise herkesin harcı değil.

Ne kadar genel geçer bir cümle değil mi ?

Şunu soruyu da kenara not edelim.

Kendimize hep soralım.

Atacağım adım, bana yardım mı edecek ? zarar mı verecek ?

Pozitif psikolojinin fikir liderlerinden Martin Seligman da 12 Ağustos’ta dünyaya gelmiş. 

.-Tesadüfe bak. 

Seligman hayatı boyunca, insanlarda neyin kötüye gittiğine odaklanmayıp, aksine hayatını en olumlu niteliklerimizi veya güçlü yanlarımızı ortaya çıkarabilmemiz için ihtiyacımız olan araçlara odaklanmış…

Öğrenilmiş İyimserlik’ kitabında; Seligman iyimserliği öğrenilebilir, ölçülebilir, öğretilebilir bir kavram olarak, bir adım ileriye gidebilmek için hayatımıza sokuyor.

Seligman bir cümle ile bu kavramın önemini biraz daha açıyor.

‘Hayat olumlu insanlara da olumsuz insanlara da aynı terslikleri ve trajedileri sunar, ama olumlu insanlar bununla daha iyi başa çıkar.’

Halbuki bizim için ‘İyimserlik’, küçümsenen ve ‘Polyannacılık’ olarak nitelenen masalsı, gerçek dışı ve pespaye bir kavram.

Aralarında fark var.

Meraklısı inceleyebilir.

‘Dayanıklılık’ (Yılmazlık) özünde yere düşüp, düştüğün yerden tekrar kalkmak ise, neyi seçeceğimiz, neye dikkatimizi vereceğimiz de önemli.

Ne kadar uzun bir cümle değil mi ?

Kısaltalım bunu da kenara not edelim.

Neyi seçeceğimiz, neye dikkatimizi vereceğimiz önemli.

Bu son notumuz olsun.

Bakış açımızı toplayalım.

Şair Özdemir Asaf “R” harfini telaffuz edememesine rağmen çok iyi bir diksiyonla şiir okur. 

Gerçek ismi Halit Özdemir Arun.

Akıl dolu, özgün, zarif ve yalın.

Asaf, şöyle demiş ;

‘Kaybedeceğini bile bile neden mücadele ediyorsun dedi, öleceğini bile bile yaşadığını unutmuştu o ama… Bozmadım.’

Söyleyeceklerim bu kadar.